Skip to main content

Deniz Bey, sizi tanıyabilir miyiz? Mimarlıkla yolunuz nasıl keşişti?

Her şey Günel Akdoğan ile tanışmamla başladı. Çocukluğumdan bu yana kendisinin öğretileri ve öznel yorumlamalarım ile birlikte Anadolu’da gezmediğim yer kalmadı. Lise yıllarında  gezerek bitkileri bir botanikçi gibi tanımaya başladım. İlerleyen yıllarda uzun zamanlarımın geçeceği İTÜ Mimarlık Fakültesi’ndeki eğitimim, dönemdaşlık kültürü, birlikte üretim yapmanın birçok türevi ile birlikte, mezuniyet sonrası Turgut Cansever ile kısa aralarla çalışma fırsatım oldu.. O zamanlar Turgut Bey bana “Mimarlığa dışarıdan bakmak lazım” demişti. Ben de peyzaj mimarlığından bakayım dedim. İyi de yaptım. Peyzaj mimarlığı, mimarlığın bir alanı. Firma olarak bir ara kesitte çalışıyoruz. Biz mimarlığı zemin ile buluşturuyoruz diyebilirim. Peyzaj mimarlığı inanılmaz güçlü bir alan. İşimizde ana amacımız mimari peyzajdır. Ben mimari ve peyzajın arasında olmaktan çok keyif alıyorum. Aslında şans mı, şansızlık mı pek bilemiyorum. Fakat herkesin hobi olarak yaptığı işi biz meslek olarak yapıyoruz. Bunun dışında, 31 senelik akademik hayatım DS ile birlikte sürdü. Tüm bu süreç içinde, birçok ulusal ve uluslararası yayın, yarışma ve jüri üyelikleri yaşantımın bir parçası oldu.

 

DS Mimarlık hakkında neler söylemek istersiniz?

DS; mimarlık ve peyzaj mimarlığı arakesitinde kurumsal ve pratik alanda çalışmalar yapan öncü bir tasarım ofisi olarak 30 senedir faaliyet gösteriyoruz. Çalışmalarında ise, ana hedefi uygulanabilir, sürdürülebilir, sözü olan nitelikli ve iyi tasarlanmış çevreler oluşturmak. DS tasarımlarının ana motivasyonu bir mikrokozmosun kurgulanması olarak görülebilir. Üstlendiği ulusal ve uluslararası projelerde, yüksek artistik nitelikleri akılcı, ekonomik ve etik değerlerle buluşturmayı ilke edinen tasarım grubu; çok katmanlı, çok kültürlü, çok disiplinli günümüz ortamının karmaşık yapısını da bir kaynak olarak görüyor ve bu karmaşıklıktan anlamlı, net, duruşu olan, yeni, yaratıcı ortamlar kurguluyor. Bir başka kaynak olarak doğayı da aynı filtrelerle süzen tasarım grubumuz, daha çok sentaktik bir doğa algısı ile parametrik tasarımlar üretmekte denilebilir.

 

Projelerinizde nasıl bir süreç izliyorsunuz?

Proje süreci esasen çoklu teknik operasyonların bir araya geldiği bir gelişme ortamıdır. Biz ise, peyzaj, koruma veya hangi ölçek olursa olsun “yer”e odaklandığımızdan, süreçlere bir “orkestrasyon” olarak bakıyoruz. Enstrümanlarımızı tasarımın konvansiyonel alanlarından başlayarak bilinmediklerle dolu, farklı disiplinlerle de buluşan bir “know-how” transferi olarak nitelendirebilir. Sahnemiz ise, söz konusu projeye göre metropolün en kalabalık yaşam formatlarından kırsalın ücra köşelerindeki özgünlüklere, yüzyıllar öncesinin bir arkeolojik sondajından on yıllar boyunca uzun hikayeler biriktiren bellek süreçlere dek uzanabiliyor. Kısacası hem oyundayız, hem de rejide. Bu anlamda, 30 yılı aşkın DS belleğindeki tüm özneleri, dolayısıyla her döneme mahsus izdüşümleri birer doku olarak görüyoruz. Güncel dokuda ise, 24 kişilik bir ekibimiz var.  Bir tasarım merkezi olarakta ofis kapasitesi, üretim ivmemize ve geliştirdiğimiz inisiyatif, katma değer ve ARGE çalışmalarına göre değişkenlik gösteriyor. Ancak her güncel kurgu, kendinden öncekinin ve müstakbel sonrakinin de arakesiti olduğundan dolayı, ofisimizi sadece güncel ekibin sayısal karşılığı olarak değil, tüm bu ekosistemin doğal ağı olarak görüyoruz ki; DS ekosistemi içinde farklı disiplinlere yönelenlerden tutun, kendi ofisini kuran, alanında söz sahibi olan birçok aktör yer alıyor. Bu da bizi kuşkusuz çok mutlu ediyor.

 

Mimari tasarımda detay sizin için ne anlama geliyor?

Bu soruyu bir parça felsefi retorik üzerinden yorumlayabilirim. Orta Çağ matematikçilerinden Henri Leibniz, endüstri devrimi sonrası düşünürlerden Gabriel Tarde ve post-modern kırılmanın öncü sosyologlarından Bruno Latour’un dert ettiği ortak mesele olarak “monad”, mikronun makrodan büyüklüğünü değil, detayın evreni içerdiğini tarifler. Bu durumu Güney Amerika edebiyatının öncülerinden Jorge Luis Borges’in “aleph” noktasında da görebiliriz. Söz gelimi, “detay” dediğimiz mesele bir ölçek hiyerarşisinden ziyade ölçeklerin birbirine tercüme kanalıdır. Bu konuda belki de en iyi örnekler Kuzey Avrupa poetizmi ile detaycılığı arasındaki ilişki üzerinden okunabilir. Dolayısıyla “detay” projenin masaya konulduğu andan inşa sürecine, açılışından mekansal kullanımlarına, yani tüm yaşam fazlarına eşlik eden, daha doğrusu tüm bu unsurları belirleyen imgedir. Ayrıca son yıllarda üzerine en çok kafa yorduğumuz kavramlardan biri olarak “oto-didakt” , bu anlatımı türevlendirebilir.

 

Projelerinizde sizi farklılaştıran noktalar neler?

kentsel tasarımdan nesnelerin ölçeğine dek birçok konu DS’nin çalışma alanına yayılabiliyor. Bir diğer deyişle, doğal ve yapılı çevrenin kendiliğinden morfolojisini oluşturan peyzaj ve restorasyon gibi iki temel alanı esasında daha geniş anlamda bir “bellek peyzajı” olarak ele alabiliriz. Dolayısıyla bizi farklılaştıran bir durum varsa, olsa olsa bu ölçek çeşitliliğine benzer heves ve yetkinlikle yaklaşmamız diyebilirim.

 

“Mimar değiliz, peyzaj mimarı değiliz, restoratör değiliz… Biz bir ara dişliyiz.” gibi bir ifadeniz var eski bir röportajınızda. Bu cümlenizi açabilir misiniz?

Bu cümleyi 2015 yılında “Atipik Bir Mimarlık Pratiği Olarak DS” kitabı ve “Mikrokozmos” sergisi zamanlarındaki kayıtlardan derlediğinizi sanıyorum. Gerek kitapta gerekse sergide DS olarak hizmet verdiğimiz, destek olduğumuz, içinde partner olarak yer aldığımız vb. birçok ilişki durumuna dair haritalamalar vardı. Birçok mimari grupla veya işveren profili ile yürüttüğümüz farklı ilişki tipleri başta olmak üzere ofisin asal odaklarını oluşturan peyzaj ve koruma alanlarının da çeşitliliği, ister istemez bir adlandırma veya tarifleme ihtiyacı doğuruyor. Tekil bir tariften ziyade ilişki dinamiğinin kendisini bir imge olarak “ara dişli” ile betimlemeyi iş yapma pratikleri hızlıca dönüşen dünyamız için daha tutarlı bulduk. Esasında bu tutarlılık değişimi, modern dönem sonrası bu yeniden tarifleme “discourse”unun yaslandığı post-modern didaktizmin, 2000li yıllarla birlikte hayatın her alanında olduğu gibi tanımlar jargonunda da küresel ve kinetik faza evrilmesi gibi düşünülebilir. Kısacası kapı numarasına kadar adresi belli tarifler yerine daha dinamik konumlanmalara geçiş zamanlaması, alıntıladığınız bu cümlenin motivasyonunu oluşturuyor.

 

Gelişen teknolojinin mimarlığa olan katkıları hakkında kısaca bilgi verir misiniz?

Bu soru belki de 10-15 yıl önce sorulmuş olsaydı 2D ve 3D yapısal mimarlık yazılımlarının gelişimi gibi bir hayli ivmeli fakat bir o kadar tekil bir alandan söz edebilirdik. Ancak şu anda mimarlığın sadece projelendirme alt araçlarının gelişimi değil; duyulardan alternatif medyalara, yapay gerçeklikten “metaverse” kurgularına dek birçok alandaki gelişim takip edilemez bir ivme ile gerçekleşiyor. Dolayısıyla bizim jenerasyonumuz için bu ivmeyi anbean takip edebilmekten çok, durumları çözümleyebilmek ve kendi aşina olduğumuz analog düzlemdeki filtreye yakınlaşmak daha anlamlı duruyor. Bir başka deyişle, teknolojiyi kendi kelime kökeni olan “tekhne” üzerinden algılamak diyebiliriz. Bu algılayışımız ile güncel ivmenin bağını kurabilecek arge stratejileri, istihdam modelleri ve girişim altyapılarına, bilhassa çekirdek alanımız olan mimarlık sektörünün olası tüm kılcallarında önem veriyoruz.

 

Türkiye’deki mimarlık eğitimi hakkında ne söylemek istersiniz?

Az önce bahsettiğim “mikrokozmos” sergisinde de bülten olarak dağıtılan eski yazılarımdan birinde bu meseleye “Eğitim İmgelemin Tetiklenmesidir” başlığıyla yaklaşmıştım. Sanırım şu an için de benzer düşüncedeyim. Mimarlık tarihinin hangi aralığına geri dönülürse dönülsün veya fütüristik senaryoların hangi uzamına varılırsa varılsın, “imgelem” dediğimiz mesele kendine ait olduğu zaman diliminin farklı medyalar ile tariflenebilecek tetikleyici unsurunu taşır. Ancak bu durumu da, salt tahayyül ve düşünceler silsilesi olarak görmemek gerekir. Biçimler de bir o kadar mekansal ve sosyolojik arketipler halinde imgelemin vektörüne dahil olurlar. Gündelik anlamda üniversite sistemi, sınav, kontenjan, derslik, stüdyo, staj, yaz okulu… vb. birçok unsur kendi içinde tartışma derinliği gerektiren konular olarak bu sorunuza yanıt anlamında fazlaca iriler, belki de bayatlar. Dolayısıyla hem eğitimin kendisi hem öznesi, bağlamı ve birçok yayılım ajanı, birer vektör hareketi olarak görülmeli ve bu dinamik duruma uygun biçimde tartışma kanalları da güncellenmelidir.

 

Son dönemdeki projeleriniz ve gelecek dönemde ele alacağınız projeleriniz nedir?

Ağırlıklı proje kapasitelerinde de bahsettiğim gibi, projelerimizin büyük çoğunluğunu oluşturan peyzaj paketi kentsel ve kırsal ölçeğin farklı bağlamlarında devam ediyor Turizm alanında gerçekten çok özel projelerin içindeyiz. İzmir Dikili’de butik bir konut kompleksi yine heyecan duyduğumuz işler arasında. Bunun dışında İBB Kültür Varlıkları Daire Başkanlığı’nca davet edilerek Mayıs ayından bu yana geliştirdiğimiz  “Sultanahmet Hipodrom” kentsel tasarım projesi, ofisimizin gerek kendi kapasitesi, gerekse kurguladığı işbirlikleri bakımından önemli yere sahip.

2015 yılında çıkardığımız “Atipik Bir Mimarlık Pratiği Olarak DS” kitabı ve bunu takip eden “Mikrokozmos” sergisi bizim için iki önemli retrospektif derleme oldu. Gündelik anlamda ofis içi proje süreçleri, iş akışları, tasarımın farklı ölçeklerine yayılan üretimler devam ederken, edindiğimiz bu “retrospektif” deneyimi farklı ortam ve medyalarda çoğaltmak, paylaşılır kılmak niyetindeyiz. Bu konuda özellikle Tasarım Merkezi olanaklarını önemli buluyoruz.

 

Türkiye’deki mimarlığı diğer dünya ülkelerine göre nasıl konumlandırıyorsunuz?

Geçmişten bu yana uluslararası üslup ve ulusal mimari olarak neredeyse erken dönem Türk edebiyatının doğu-batı çatışmasını ele alan romanları gibi ajite edilen bir ayrımın olmadığını söyleyerek başlayabilirim. Erken Cumhuriyet döneminde Avusturya-Alman ekolü mimarların öğretisi ile yetişen kuşaktan, kalifikasyonu ölçüsünde başvurduğu uluslararası büyük ofislerde staj yapan/çalışan kuşağa dek dönüşen dünya dinamikleri “ulus” kavramını iç ve dış, merkez ve çeper, ait ve öteki gibi “bipolar” ilişkilerden “ulusaşırı” bir muğlak düzleme evriltmiştir. Elbette günümüz mimari portfolyolarının uluslararası kabul görme hali üzerine yorumlar yapılabilir (ki buna DS de dahildir), ancak inşa faaliyetinin temsil araçlarından başlayarak hemen her aşamasındaki “know how” alışverişi, neyin ulusal neyin küresel olduğunu muğlak kılan bir durum. Dolayısıyla günümüzde Türkiye’deki konularında uzman düşünce ve iş gücü dünyanın farklı coğrafyalarına salınabiliyor. Bununla kalmayıp uluslararası otoritelerce işaret edilen ve referans verilen seviyeler de görülebiliyor.