Skip to main content

PAB Mimari Tasarım’ın birincilik ödülü aldığı Gökçeada Lise Kampüsü Mimari Proje Yarışması kişisel yorumum ile “kumpanya” tipi bir yarışma olmasına rağmen kanımca iyi yol almış ender yarışma projelerindendir. Genellikle pek de verimliliği olmayan Türk usulü yarışmalara olan güvensizliğimi defalarca her ortamda dile getirdiğim için, bu sorunsala parmak basmazsam olmaz diye düşünüyorum. Özellikle eğitim ile ilişkilendirebileceğim tüm yarışmalar ya da düşünmeye davet içeren çalıştaylar her zaman çok ilgimi çekmiştir. Bu nedenle, sevgili Alper Ünlü ve Ozan Özener’in bu yarışmaya birlikte girme teklifini hiç düşünmeden kabul etmiştim. Bu nedenle Mimarlık Dergisi’nden tam da Gökçeada Lise Kampüs projesi için bir mimarlık eleştiri yazısı istenmesi beni çok heyecanlandırdı. Hele mimarları PAB olunca yazı benim için daha da heyecan verici olacaktı. Bu arada korkulmasın kendi projemizden söz etmeyeceğim tabii ki, çok benimsemiş olduğum bir işin üstüne, aynı işin bir başka müellif grup tarafından üstlenilmiş olmasını sapı samana karıştırmadan nasıl değerlendirebilirim diye düşündüm ve 30 küsür sene İTÜ Mimarlık Fakültesi proje stüdyolarında edindiğim “kendimi stüdyoya getirmeme” deneyimime sarılarak objektif görüşlerimi dile getirmeye çalıştığım bu yazımda, fena halde bayağılaşmış olan mimarlık eleştiri ortamına dair, mimarlıkla ilgisi olmayan, sözümona mimarlık trollerinin var olma pratiklerinden pek de haz etmeyen bilinçaltımdan sıyrılmaya çalışacağım. Bu arada İpek Yürekli’nin son senelerin en taze mimarlık yazılarından “Kassandra ve Hektor Kardeşlerden Troya Müzesi” (1) başlıklı yazısını okumuş olmanın rahatlığı ile kendime küçük notlar almaya başladım adaya dair.

Gökçeada / İmroz bir uç beylik gibi Kuzey Ege’nin son kalesi. Bir adadan çok bir yarımada etkisi veren gümrah doğası ve yerleşkeleri ile Gökçeada biraz hüzünlü, biraz acayip, biraz yalnız bir adadır hafızamda, son vapuru kaçırma alışkanlığımdan olsa gerek, biraz çekinik bir his vardır içimde. Bir de sürgün yeri imgesi özellikle yatılı okul fikri ile garip bir sarmal oluşturuyor zihnimde. Bu nedenle, bu sefer son vapuru yakaladım ve soluğu Lise Kampüsü’nde aldım. Hızla, içine girmeden çevre ile kurduğu ilişkiyi kavramaya çalıştım. İçinde Anadolu Lisesi, meslek lisesi, yurt, spor salonu, konferans salonu ve kütüphaneden oluşan yoğun programı ve kapladığı alandan kaynaklanan ölçeğin kaçmış olma korkusu da aklımın bir kenarında duruyordu ve yine özellikle esas giriş cephesi taş zemin çeperlerinin adaya tutunma kararlılığı ile birlikte yalın program, atipik arkitektonları taşıyan bu arayüzü deneyimlemek ilk anlama eylemim oldu. Bu hızlı okuma bir gün batımına denk gelmişti ve taş duvarların güneşle birlikte canlanması beni çok heyecanlandırmıştı. Yarışma dokümanlarından hatırladıklarım, son proje çizimleri ve yerindeki nitelikleri gördüğümde bir devlet ihalesi ile yapılan işte yaşanmış olabilecek idari ve yapım sorunlarını, bu konularda pek de hoş anıları olmayan bir mimar olarak, kısmen fark ettiğimi söyleyebilirim. Bununla birlikte, devlet yapım ihalelerindeki performansın çok üstünde bir sonucu da görmezden gelemiyorum. Kalan incelememi ertesi sabaha bırakmak üzere adanın değişen yüzüne, abartılı karayolları istinat duvarlarını görmemeye çalışarak Tepeköy (Agridia) Rum Lisesi’ne karşı yeniden kendimi ada, kahve ve eğitim üzerine notlar almaya verdim.

Gün doğumunu takiben minik bir Tepeköy yürüyüşü ile başlayan günün hedefi tekrar lise kampüsüne ulaşmak olduğundan, planlar üzerinden aldığım notlar ve kendime sorduğum soruların hızlıca üstünden geçerek hedefime ulaştım. Yanlış hatırlamıyorsam orta yaşlarında bir çınar, yeni bir ufki hat oluşturan silüetin önünde ev sahipliği yapmakla birlikte, varlığı ile de bu tektonik hali benimsediğinin sanki altını çiziyordu. Bu taş cephe aslında eğitim ve yaşam arasında bir denge kurmaya çalışırken adaya uzanan eğitim bloklarının altında biraz eziliyormuş gibi durmasına karşın, belki gelecekteki olası sokağın da ipuçlarını veriyordu, (“nasıl olsa çevre yapılaşır” bakış açısı biraz da Türkiye’de yaşamanın bir tezahürü olmalı, insan bazen kanıksıyor bu durumu). Yine de çınarın gölgesi ve farklı boşluklardan oluşan bir kendindelik bana yeterli olurmuş hissi verdi. Diğer taraftan salt eğitim bloklarının dışla kurmak istediği hayata katılma hali de iyi duruyordu. O kadar bağımsız ve programatikler ki; sığışamıyorlar, fotoğrafta yer almak istiyorlar. Mimarlık zaten çelişkilerle dolu, anlamak da bir o kadar çetrefilli olduğundan, bu düşünsel egzersiz beni yaşantının içine çekti. Cephe boyu oluşturulan bu yerinde vurgu, tam da bu noktada, şehirle zamansız bir ilişki kurma, gerek giriş, gerek kafeterya, gerekse yan cepheden bir ara sokağa bizi alan kütüphane, adalıyı bu kampüsü kullanmaya davet ediyor. Bu manada etkileyici bir geçirgenlikten söz etmek olası duruyor. Hem kentsel bir mekan, hem de okul yaşantısı birbirlerine dönüşüyorlar.

Kent jargonu kullanmak istersek meydan girişi, yan sokaklar ve doğa yoluna takılı yurt programlarının baktığı yerleşke başka bir deyişle iç içe geçmiş iki farklı eğitim programı ve ferahlatan, aynı zamanda ortakçıl faaliyet ve kültürlenmeye olanak tanıyacak avlulardan oluşan bir enerji alanı. Anladığım kadarı ile iki ayrı lisenin buluşma hali farklı yönetim modellerinden dolayı pek gerçekleşememiş şu ana kadar ancak mimari kararlar bu mucizeye ev sahipliği yapabilecek açıklıkta ve kurguda. Eğitim kollarında/bloklarında, derslikler, atölyeler, koridorlar, boşluğun deneyimi, gün ışığı, doğal havadan yararlanma ve teraslardan yeniden avlu kurgusu ile buluşmak, mevsimsel farkındalığın öğrenci, öğretmenler ve tüm diğer paydaşlarca yaşanması, böylelikle bilişsel olanın yanında amorfolojik ve bioritme dair de yaşantıların varlığı, kanımca kampüs yaşantısını çok özel kılıyor.

Zemin programlarının özellikle dıştan taş duvar olarak okunurken, avlu ya da sokaklara girerken şeffaf cephelerle karşılaşılmasının kodlama açısından bir sorun oluşturup oluşturmadığını bayağı düşündüm. Bir de aklıma takılan; net beyaz dilin daha çok rasyonel olanın ya da net eğitsel yalınlığın – tarafsızlığın- ahşap ile zedelenip zedelenmediği, bununla beraber de siyah doğramaların iç içe çoğalan bir çerçeveleme etkisi ile bu iki meselenin bileşkesinde fazlasıyla hücresel bir görünümde birbiri içinde var olan ve sonunda da doğada erimek isteyen niyetten ufak bir uzaklaşma eğilimi oluşturup oluşturmadığı oldu. Şeytan detaylarda gizlidir misali. İkinci sorumdan başlarsak ahşap, zemin kotunda taş ile kuvvetli bir tamamlayıcı, bir anlamda yerel olana da gönderme, ancak eğitimin nötr alanında fazla sıcak, biraz dekoratif, hele koridorlardaki renklerin/renkliliğin kuvvetli ve brütal varlığı da göz önüne alındığında doğramaların çerçeve etkisi ile tam da yerini bulmadığı konusunda kendimi ikna ettim. Ancak ilk sorumun yanıtı ise, içte gittikçe hafifleyen, yer yer açık seçik ortaya çıkmasının bu karşıtlıkla birlikte iyi bir derinlik hissi verdiği yönünde oldu. Hatta avluları üstlerinden geçen eğitsel kollarla bir sokaktan bakıldığında tüm derinlikleri ile algılanmasına yakın bir hissi sürdürme başarısına hayran kaldığımı bile söylemem gerekiyor. Fazla uzatmadan, yarışmalardaki jüri raporlarında olduğu gibi: zemin yaşantısının ada ve doğa ile buluşma niyeti olarak sokaklar, meydanlar ve avlulardan oluşan iç kurgunun yarattığı derinlikler, yaşantı fırsatları, hem eğitsel bloklar hem de zemin geçişleri ile yaşanan tüm bu fırsatlarda mimari programın akıl ve etkileşimlerle geliştirilip kurgulanması ve anlamlandırılması son derece güçlü ve yetkin bulunurken; eğitsel kollarda yakalanan netliği, bir anlamda tarafsızlığın ve netliğin vurgusu olan dil içinde doğal ahşabın kullanımı biraz kuşkuyla karşılanmıştır. Bütün derdimiz bu olsun…

Kampüsün kente entegre biçimde kentin sosyal donatı ve rekreasyon hizmetlerine de destek vermesi özellikle mevcut ağaç dokusuna özenle yaklaşan arazinin tepe noktalarına kullanıcıyı ulaştırırken, bu yolculuk sırasında amfitiyatro, yurtlarla ilişkinin kurulması ve ağaçlıklı yol ile bu hedefin güçlendirilmesi kanımca çok yerinde bir karar. Tüm alanın gerektiğinde tümü ile bir kamusal kullanıma dönüşmesi, hatta adanın önemli günlerinde ortak hafıza içinde yeni bir sosyalleşme alanının elde edilmiş olması çok büyük bir kazanım olarak gözüküyor. Zemin kat programlarında yer alan sanat, müzik vb. etkinlik mekânlarının da bu sosyal hayatin informel parçaları olabileceğini şimdiden görmek mümkün. Spor ve konferans salonları her ne kadar tamamlanmamış olsa da, gelecekte yine kamusal yaşantıya çok ciddi katkıda bulunacakları anlaşılıyor. Bu açık olma hali, eğitimin de bir kavrayış olarak melezlenmesine bir nebze de olsa katkı sunabilmektedir. Etkileşim üzerinden okunduğunda, farklı statüdeki eğitim düzeylerinin gerek öğrenciler, gerek öğretmenler, gerek çevrede yaşayanları informel fırsatlarla kuşatması tüm bu gözlemlerimi pekiştirmekte.

Yakın zamanda, alan içinde eksik olan ve yapımı diğer aşamaya ertelenen salon ve peyzaj unsurlarının da tamamlanmasıyla çok değerli bir eğitim programı tam anlamıyla hayata geçmiş olacak. Tüm süreçleri ile böylesine incelikli bir işin hayat bulmasını çok ama çok değerli bulduğumu belirtmek istiyorum.

Dönüş yolunda yine feribotu kaçırıyor ve adada kalıyorum. Aslında hoş bir Gökçeada deneyimini biraz da balıkçılarla sohbet, belki bir kalamar daveti almak, biraz da açık denizde olmanın tadını çıkarmaya ayırıyorum.

Son Söz:

Çokça kullanılan -vaadedilen yenilikçi, şeffaf, alternatif bir eğitim ortamını yaşatmak sadece mimari ile mümkün mü?-, -Bu ne menem bir durumdur, nasıl kavranır?-, zor mesele doğrusu. Tüm akılların hazır olması çok önemli, özellikle eğitim gibi temel bir meselede.

Doç.Dr. Y.Mimar Deniz Aslan