Skip to main content

Bu yazıyı XXI websitesinde incelemek için tıklayın.

 

Bu yazı, İTÜ Mimarlık Fakültesinde geçen çok uzun bir sürenin, gözlem ve deneyimleri üzerine kaleme alınmış, sadece bireysel çıkarımlarım üzerinedir.

Stüdyo ve mimari kritik, bir kültürlenme ortamını belirliyor çoğu zaman ve mimari stüdyo da mimarlık eğitiminin ürettiği enerjinin merkezidir. Bu ortamın en kritik paydaşı olan stüdyo yürütücüsü, stüdyo ortamına girdiğinde kendi pratiklerinden arınır. Stüdyo içinde gittikçe hayaletleşerek, sözü esas aktörler olan öğrencilere devreder. Dolayısı ile stüdyo, her boyutta üretim yapılan olağanüstü bir çeşitliliğe ev sahipliği yapacaktır. Stüdyodan bir sonuç değil deneyimsellik çıkar. Bu deneyimselliklerin bileşkesi de mimarlıktır. Stüdyo bildiklerin değil; ulaşılanların evidir. Bu nedenle tetiklenen imgelem, strüktüre olur ve nesneler evrenine geçiş yapılır. İşte tüm bu geçişlerin arasındaki “deneyimsel olan”, stüdyonun ana motivasyonudur. Stüdyo ortamında bayatlamış hiçbir şeye yer yoktur. Her durum, her düşünce, her kurgu defalarca işlenir, dönüşür, yenilenir. Böylelikle damıtılmış, içselleştirilmiş, güven veren, her şeyden önce, öğrencinin kendi öz deneyiminin bir belgesi olan çıktılar üretilir ve bu çıktılar birer bildiri niteliğindedir.

Bu ortamda proje kritiği son derece hayatidir. Çünkü mimarlığa dair tüm travmalar, kritize etme karakterinin sonucudur.

Elimizde kalem öğrencilerin projelerini çizmiyorsak o zaman stüdyo yürütücüsü olarak projelerle aramızdaki mesafe nedir, ne olacaktır? Bu üretim işliğinin çıktılarını nasıl değerlendirecektir?

Bu sahnede ilk kritik davranış, kesin yargı üretilmeden, bilen-bilmeyen sarmalının yanına bile yaklaşmadan, bir mimarlık dili oluşturmaktır. Bu dil; o güne kadar varolmuş, varolmakta olan ve hatta var olma ihtimali olan bir külliyatın fenomenolojik bir okumasıdır.  Proje yürütücüsü izlenimlerini paylaşır, risklerden bahseder, mimarlık kültürü içinden bakarak yeni bilgi kanalları açar. Dil, çoğunlukla ana meseledir. Teknoloji ve nesnellik dilin göstergeleridir. Kanımca en kritik mesele, düşüncenin dolayısı ile mimari olanın strüktüre edilmesidir. Bir merakın, bir sözün, bir üretim heyecanının en önemli eşiğidir bu. Sorunsalların ortaya konması için yaşanan yol ayrımları, çıkmaz sokaklar, kayboluş, Daidalos’un ördüğü labirentten pek de farklı değildir. Bu çok boyutlu kurgusal durum, bir kelebeğin kanatlarını çırpması misali bir vardır bir yoktur; sonra yine belirir ve kaybolur. (Burada konu edilen kelebek imgesi, 20 sene kadar önce sanırım İzmir Selçuk’ta bir gece yarısı öğrencilerle süren bir konuşma sırasında Ferhan Yürekli’nin “mimarlık bir kelebektir” sözünün bana görünen halidir). Görüngüler evreni, yanılsamalar ve çelişkilerle doludur. İşte mimari stüdyo, tüm bu anların yaşandığı soyut dünyadan, somut dünyaya doğru bir sarmalın mekânıdır. Tarih, bilim, mühendislik, felsefe, dilbilim vs. stüdyoya defalarca gelir. Defalarca tüm bu izlenimler filtrelenir, ayraca alınır ve dışlaştırmalar olarak belirmeye başlar. Arketiplerden tipolojiye, oradan da anlam ve kurguya uzanan bu çok boyutluluk, eş zamanlı birçok pencereyi açmayı gerektirir. Hiç kuşkusuz stüdyo ortamı ve birliktelik, birbirinden öğrenme, paylaşımlar, bunları takip eden üretimler, “know-how” transferleri ve başkalaşımlar, bir ardaşıklığın metinleşmeye başladığı yerdir aynı zamanda. Stüdyo gittikçe bir hafıza mekânına dönüşecektir. Mimarlığın temsili bu manada da çok önemlidir. Teknikler, araçlar boşluğun anlamlanması için vardır. Bu nedenle gerek analog, gerekse dijital modeller düşünselin nesneyle ve mekânla buluşması için vardır. Bu noktada son derece sübjektif algılanacağından emin olduğum bir takıntımı tartışmaya açmadan edemeyeceğim. Çok uzun yıllardır gözlemlerim ve denemelerim bana stüdyolardaki en büyük yanlışın plan bağımlılığı olduğunu söylüyor. Daha da ileri gidersem, planın mimari konuların donmasına neden olabileceğini düşünüyorum. Bu nedenle çok tehlikeli bir ara yüz olduğunun altını çizmek istiyorum. Oysa plana kesitlerin kesiti olarak bakarsak, bir emrivakiden stüdyoyu korumuş oluruz. Kesitler aracılığı ile doğayla, dışla kurulan ilişki de dâhil olmak üzere, özellikle hareket, düzlemler arası tüm ilişkiler ve teknolojiden bahsetmeye başlarız. Kesitlerin ardışıklığıyla da boşluk üzerine düşünür, insan bedeni ile kurulacak tüm algısal dünyayı inşaa etmeyi öğreniriz. Bu muazzam sinematografik durum, ölçek kavramından bütünleşik tasarıma kadar ayraca aldığımız her şeyin yerini bulmasını sağlar. Strüktür, yinelemek gerekirse; plana yerleştirilen akslar ve köşelerdeki kolonlar olmaktan çıkar, düşüncenin taşıyıcısı ve o projeye özgü olan tektoniğin belirleyicisi olur. Artık biçim, pat diye ortaya düşen sonra elimize zihnimize yapışan bir hal olmaktan çıkar, bir matematiği hatta genetiği olan strüktüre edilebilen, dolayısı ile üretilebilen, deneyimlenen bir gerçeklik olur. Tüm bu süreçlerin baş aktörü ise şu ana kadar sözü edilmemiş olan sezgidir.

Tüm bu tartışma ve üretim ortamından kritik edenin beklentilerinin karşılanmaması çok olağandır. Ana mesele de tam da bu olgudur. Yani ürünlerin denetimi ve sorumluğu tümü ile onu taşıyan tasarımcısına aittir. Bu aidiyet ve proje ile kurulan bağ deneyimdir.

Öğrenciyi mimar olarak görmek, onun egosantrik alanı içinden de bir tartışmayı yürütebilmek ve en önemlisi öğrencinin sözünü söylemesi ve sözünde durmasında etkin olmak, “kritik etme” meselesinin konumunu gösterir. Bilmek ve aktarmak üzerinden süregelen anlayışlar ise, mimarın kendisi olmasını geciktirir, hatta imkânsızlaştırır.

Bu arada, özellikle içinde yaşadığımız pandemi dönemi, bize basılı dokumanın eğitimde çok da kritik olmadığını gösterdi. Mimarlık üretimi çok çeşitli araçlarla olabilmekte, dijital araçların üretimlerin çeşitlenmesindeki katkısı aşikâr. Ancak kanımca çok önemli bir eksik var o da oyunun oynanma şekli, izleyenlere ulaşmak, vücut dili ve doğaçlama.

Deniz Aslan